20 Eylül 2011 Salı

Nesiller boyu lezzet: ‘Beğendik Abi’


Handan Kaygusuzer 1999’dan beri yürüttüğü, lokantadan çok kendi evi gibi gördüğü, “Beğendik Abi”yi ve Urla’ya olan sevgisini, anneannelerden alıp torunlara ulaştırmaya çalıştığı değerleri ve lezzetleri Festival Türk’e anlattı.




Anne yemekleri gibi

“Beğendik Abi”nin eski bir ruhu taşıyan, eski ama eskimeyen yemekleri yeni nesillere ulaştırmayı amaç edinmiş bir lokanta olduğunu ifade eden Handan Kaygusuzer, “Büyük anneannelerimizin ruhları, benim yemeklerimde yaşıyor. Yaşlı bir amca yemeklerimi yediğinde, “annemin yemekleri” gibi dediğinde, yaşadığım mutluluk ve iç huzurunu hiçbir şeye değişemem” dedi.

Nesilden nesile geçiyor

Daha önce ev hanımı olan Kaygusuzer, bu mesleğe 32 metrekarelik bir alanda, dört tane masayla  ve evden getirdiği fırınıyla başladığını belirterek “Daha sonra müşterilerim oldu hem de Urla dışından, ismimi ve yemeklerimin methini duyup gelen insanlar. Medya da çok destek oldu tanınmam konusunda. 1999 senesinden beri, bütün aile fertlerimle birlikte çalışıyoruz. Otların hepsini eşim topluyor, ben de bu güzel yemekleri yapıyorum. Mevsime göre, hangi ot yetişiyorsa onunla yemeklerimizi yapıyoruz. Tabi ki geleneksel et yemeklerimiz de var ama daha çok ot yemekleri yapıyoruz. Şimdi oğlum bayrağı benden devraldı. Bu güzel dekorasyonunda da sahibi olan oğlum, artık lokantamızın işletmesini de üstlendi” dedi.

Başarının sırrı: Doğruluk

Başarısının sırrını, hiç taviz vermeden, malzemeden ödün vermemek, çizgisinden dışarı çıkmamak ve ne olursa olsun şımarmamak olarak açıklayan Kaygusuzer, “Ben doğru oldum, doğruya inandım ve doğruyu yaptım ve bu anlamda işlerimde doğru gitti. İkinci bir şubeyi açmayı hiç düşünmedim, düşünmeyeceğim de. İstiyorum ki küçük kalayım ama hep özel kalayım. Medyaya çok teşekkür ediyorum. Hep yanımda oldukları ve beni destekledikleri için” şeklinde konuştu.

Urla’ya yemekleriyle sahip çıkıyor

Doğma büyüme Urlalı olduğunu ifade eden Kaygusuzer, “Urla olağanüstü bir geçmişe sahip bir yer. Zamanla büyüdü, kıyısına çevresine sahiplendiler. Bense yemeklerini yaşatarak değerlerine saip çıkıyorum. Taşıdığım bu misyon gereği Urla ilk başta “Slow-food” ile öne çıkmalı ve asla binalaşmamalı diye düşünüyorum. Çünkü, bir kenti ön plana çıkarmak hep bir şeyler satmakla ilişkilendiriliyor ve o kentin tanıtımı fazla ticari hale geliyor. Biz mevcut değerlerimizle tanınmalıyız” diyerek şunları ekledi “Geçtiğimiz günlerde hep birlikte kutladığımız “Mart dokuzu” ile bahara, bir çok lezzetle merhaba dedik. Bu etkinliği de gelenekselleştirmeyi hedefliyoruz.  Amaç gelecek nesillere bu lezzetleri tanıtmak.”

Rölyeflerle hayat bulan konaklar


“Artık resimlerde ve hayallerde kalmış Kaleiçi’nin restore edilmemiş eski görüntülerini, tablolarımda yaşatmaya devam edeceğim. Kim bilir belki de bir gün en büyük hayalim olan ''Eski Kaleiçi Evleri Müzesi''ni Kaleiçi’nin eski bir evinde açabileceğim”

Rölyef Sanatçısı Şeyma Candan, Kaleiçi’nde bugün pek çoğu yok olmuş tarihi konaklara, yaptığı üç boyutlu tablolarla hayat veriyor. Aynı zamanda bir Antalya aşığı olan Şeyma Candan’ın rölyeflerini gören Antalyalılar, çocukluk günlerine dönerek tarihin içinde bir gezinti yaşıyor. Kaleiçi’nde bugün pek çoğu yıkılmış ya da yıkılmak üzere olan, Antalya’nın en önemli kültürel varlıkları olarak değerlendirdiği evlerin fotoğraflarına bakarak hazırladığı özel koleksiyonunu, Valiliğin, belediyelerin ve kurumların desteği ile kalıcı bir sergi ve müze açarak, yeni nesillere aktarmayı hayal ediyor.



Mesleği kadar bağlı hissettiği şehirden, Antalya’dan ve Kaleiçi’nin eski halinden büyük bir özlemle bahseden sanatçı, şunları söylüyor; “Kaleiçi’nin dar sokaklarındaki cumbalı evlerin kapılarını ve onların önlerinde oturan nineleri, dedeleri, genci, yaşlısı ve sokaklarında koşuşturan çocuklarıyla sıcacık ilişkilerin yaşandığı o eski günleri, begonvilleri, o eski kokuyu, dokuyu ve rengi çok özlüyorum. O günlere açılan kapıyı aralamak adına ve artık resimlerde ve hayallerde kalmış Kaleiçi’nin restore edilmemiş eski görüntülerini tablolarımda yaşatmaya devam edeceğim. Kim bilir belki de bir gün en büyük hayalim olan ''Eski Kaleiçi Evleri Müzesi''ni Kaleiçi’nin eski bir evinde açabileceğim” Ve ardından şunları söylüyor, “Antalya, özellikle de Kaleiçi beni büyülediği kadar da kahrediyor. Çünkü ben bu filmi daha önce İstanbul’da görmüştüm. İstanbul’un güzelliğini yaşayan belki de son nesil olduğumuzu düşünüyorum. Kaleiçi’nde yıkılmış 56 adet evin rölyefini yapmaya karar verdim ve bunların bir tanesi tamamladım. Bu proje ile 1900’lu yılların başındaki Antalya’yı yeniden canlandırmak için Antalyalılardan derlemeye çalıştığım Kaleiçi’nin eski görüntülerini ve tablolardaki evlerle ilgili hikayeleri birleştirerek Kaleiçi’nin eski günlerini herkese yaşatmak istiyorum”
Şeyma Candan, 1991 yılının yılbaşında eşine farklı bir hediye vermek düşüncesiyle ilk rölyef çalışmasını yapıyor. Bu çalışmanın büyük ilgi görmesiyle, arkadaşlarına da hediye etmek için üretmeye başlıyor. İstanbul’daki tarihi sokakların, evlerin rölyeflerini yaparak başladığı çalışmalarına taşındıkları Antalya’da devam ediyor. Yoğun bir çalışma ile geçen iki senenin sonunda yeteri kadar eser üretince ilk sergisini açan sanatçı, sergiler sırasında yaşlı hanımların ve beylerin “bizi eskilere götürdün” diyerek duygulanmalarından ve yaşadıkları sokakları görüp çocukluk günlerine dönmelerinden çok etkiliyor. Antalya tablolarında insanların yaşadıkları yerleri tanıyıp oturdukları evleri göstermeleri ise ayrı bir heyecan oluyor onun için ve daha yoğun bir şekilde bulduğu eski Antalya görüntülerini yapmaya başlıyor. Bu iş sırf bir resim ve rölyef işi değil, bir kültür hizmeti olarak gören Candan, şunları söylüyor: “İstanbul’un yok oluşunu adım adım izledik. Tarihi semtler, evler gözümüzün önünde değişime uğradı. Çoğu yandı, yıkıldı ve yerine yenileri yapıldı. 20 yıldır Antalya’dayız ve şimdi rant uğruna Antalya’nın yok oluşuna büyük bir üzüntüyle tanık oluyoruz. Ülkemizin değişik yörelerinden ev ve sokak çalışmalarımdan sonra Antalya’nın eski evlerini, sokaklarını ve tarihi binalarını tablolarıma taşımaya başladım. Bunları yaparken yapıların olabildiğince eski görüntülerine ulaşarak o eski günlerin ruhunu tablolarımda yaşatmaya çalışıyorum. Yeterince koruyamadığımız ve hızla kaybetmekte olduğumuz tarihi köşk, konak, ev ve sokaklarımızı sanki tekrar canlandırıyormuş gibi hissetmenin keyfini yaşıyorum”

19 Eylül 2011 Pazartesi

Balçova’nın Kadınları…




Başkanın ağzından duyduğum an kulaklarıma inanamadığım “Ben Kadın Sığınma Evlerine
Karşıyım” cümlesiyle, tabiri caizse başımdan aşağıya kaynar sular döküldü… Dedim
ki; bir çok sosyal projenin bu duyarlı mimarı, hastalıkta sağlıkta yalnız bırakmadığı ve
hiçbirini birbirinden ayırmadığı halkının kadınlarına karşı nasıl bu kadar duyarsız olabilir?
Doğduklarında bezlerinden, okumayı söktüklerinde kitaplarına kadar düşündüğü çocukları,
hastalandıklarında paraları olmayınca tedavilerini üstlendiği hastaları, evleri yandığında
maddi manevi desteği sakınmadığı mağdurları varken ve bunları gerek bize anlatırken
takındığı gözlerimin şahit olduğu samimiyete, gerekse onu halkından dinlerken işittiklerime
ve de altı sene kadar Balçova’da geçen vatandaşlık deneyimime dayanarak duyduğum inanç
yerini şaşkınlığa ve kadın yanımı kızdıran bir öfkeye bıraktı…

Sonrasını dinlediğimde ne kadar ön yargılı davrandığımı anladım. Mesele günü kurtarmak
değil felsefesiyle, her işini akılla yaptığını ifade eden başkan, meğer sorunu temelinden
çözmüş… Diyor ki; bir kadına ekonomik özgürlüğünü kazandırısanız, dayak yemesini bir
yana bırakın ne sığınmaya ne korunmaya ihtiyaç duyar o kadın … Semt Evleriyle örnek
bir projeye imza atan ve bu konuda da vatandaşının takdirini toplayan sevgili başkan,
Balçova’nın kadınlarına yarattığı iş imkanlarıyla onlara önce dimdik ayakta durmayı ve
kendilerine saygı duymayı, bir kuruma ihtiyaç duymaksızın kadınlara birbirleriyle dayanışma
içinde olmayı öğretmiş. Başarısının haklı gururu ile espriyle karışık diyor ki; “Balçova’da illa
bir sığınma evi olacaksa bu erkekler için olmalı”

Ben, başkanın semt evleriyle arka çıktığı semtinin kadınlarına gösterdiği takdire
şayan duyarlılığında, “başkan eşiyim” deyip kurumlanarak gezmek yerine üstlendiği
misyonla “geçmiş olsunlar”dan, “gözaydınları”na kadar çaldığı kapılarla eşiyle omuz
omuza yürüyen hanımefendinin büyük payı olduğuna inanıyorum. Başkan çocuklar diyor,
gençler diyor, vatandaşımın ilaç parası yokken ben paramı binalara harcayamam diyor.
Bu bilmem ne partili olmayan, insani başkanı dünyaya getiren anneye de sonsuz saygı
duyuyorum…Eğitimin yolunun öncelikle kadından ve anneden geçtiğini unutmayan, eşiyle
ve işiyle örnek başkanıma hem bir kadın hem bir vatandaş hem de elim kalem tutan bir insan
olarak tam puan veriyorum.

Sarışın ailenin esmer çocuğu... Bornova




Bir Başkadır Bornova... ‘Kendine has’tır…

İzmir metrosunun son durağının adı değildir yalnızca...

Bir ailenin tümü sarışın fertlerinin arasındaki tek esmer çocuğu gibidir Bornova … Üstelik İzmirli olan
da bilir onun farkını, olmayan da. Türkiye’nin dört bir yanından, yarım asırlık üniversitesine gelen
öğrencileri farklılık katar biraz da buraya … Kapılarını hiç kapanmayan bir han gibidir keza...Gelene
kucak açar, gideni bağrına basarak uğurlar.. Hafta sonu, İzmir’in herhangi bir semtinden gelen şehir
dışına çıkmış gibi olur…

Bornova'nın taşıdığı ruh manidardır. Ve bu ruhu anlamak için oraya uzaktan bakmak yetmez. O
bütünün bir parçası olmak gerekir... Bir öğrenci merkezi olmasının yanında, bazıları için başka
anlamlar da taşır... Can taşır... Sıcacıktır, biraz da bağımlılık yapıcı… Müdavimi boldur… Küçük ve
Büyük parkı’nda, küçük-büyük insanıyla, yeşilliği ve rahatlığıyla, sokakları eviniz gibidir. Dünyanın
neresine giderseniz gidin özlersiniz...

Türkiye'nin Eskişehir'i de denebilir Bornova’ya… Biraz da Ankara kokar… İzmirliler Ankara’da
yaşanmaz, deniz yor der; Ankaralılar da buna cevap: yaşanmışlığı olmayan Ankara’yı anlayamaz… Bu
iki durum değerlendirmesini bir arada görürsünüz Bornova’da… Düşündürücüdür aynı zamanda; akıl
erdiremezsiniz bir hengamenin içinde bir dinginliğin olabileceğine…Sakinliğinin içinde bir hayat vardır,
tenhalığında ise bir kalabalık… Bu kalabalık sizi boğmaz üstelik üzerize üzerinize de gelmez… Aksine
kucaklama arzusuyla dolarsınız geleni geçeni... Meşhur soğuğuna tezat bu sıcaklıktır sizi çepeçevre
saran... Tanıdıkça daha bir sever, yaşadıkça daha çok sahiplenirsiniz...

Bornova’nın Osmanlı döneminde kullanılan Farsça adı "Dışta, dıştaki" anlamına gelen ‘’Birûn’’
sözcüğü ile "Bayındır yer" anlamındaki "âbad" sözcüğünden türetilmiş. Belki de bu yüzdendir
Bornova’nın İzmir’in içinde olup İzmir’in dışında kalışı...Başka bir İzmir oluşu... Bornova, hem İzmir’i
Ege Bölgesine ve İç Anadolu’ya bağlayan yolların hem de farklı kültürlerden gelenlerin kavşak
noktasıdır. Ona baktığınızda başka yerlerde, başka insanlar ve başka hayatlar varmış dersiniz...

Günlük hayatın, bireylerin yaşamlarını etkilediği gibi, bireyler de yaşamlarıyla bir yerin hayat
tarzını belirler. Ne güzel ki; bu, Bornova’da dikteyle değil, bütünleşmeyle oluyor... Kentler içinde
yaşayan insanlarıyla dönüşür, değişir ve gelişir... Belediye Başkanı Kamil Okyar Sındır’a, son 5 yılda
modernleşme adına büyük adımlar atarken aynı kalabilen Bornova’ya sağladıkları için teşekkür
ediyorum. Başkan’ı, özellikle de bu güzelliğin üzerine yatmayıp, sokağa çıkıp halkından “şikâyet”
dinlediği için kutluyorum...

Çok yaşa Hasan Başkan - Bayraklı




Çocukken ailesi ile birlikte Bayraklı’ya yerleşen Hasan Başkan,
üniversite dahil bütün eğitimini doğduğu bölgede tamamlamış ve bir
makina mühendisi mezunu olarak İzmir ve Ege Bölgesi’nde binlerce
projeye imza atmış.
Bayraklı için yapılan tüm çalışmaların yakın takipçisi olan Başkan,
Gençlik ve sporla yakın ilişkiler kurarak, Bayraklı’nın üçüncü amatör
kulübü olan Ceyhan Altınyıldız Spor Kulübü’nü kurmuş ve uzun yıllar
da başkanlığını yapmış.
Bunları ne diye anlatıyorum?
Şunun için;
Başkan, çıktığı kabuğu beğenmeyenlerden değil. Sahip olduğu
bilgiyi, değerleriyle birleştiriyor ve hizmet olarak hemşerilerine
sunuyor.
Çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği Bayraklı’da yaşamaya devam
edecek kadar da mütavazılığı elden bırakmıyor.
Başkan iki senedir görevde.
Belediye’nin hala kendine ait bir hizmet binası yok. Binasından önce
hizmeti geliyor onun için...
Hizmet edilecekler listesinin en başına da gençleri koymuş.
Sporun dostu Başkan, gençleri sokaktan alıp sporla hayata
kazandırıyor.
Üstelik..
Belediye’ye ait ya da değil, spor kulüplerini hiçbir maçında yalnız
bırakmıyor.
Fakir fukara babası Başkan engellilere dost, kadınlara arka çıkıyor.
Tam bir kültür mozaiği olan Bayraklı’da 70’e yakın dernek var.
Başkan, her birine eşit mesafede, her biriyle ayrı ayrı ilgileniyor.
Nasıl ki camilerle cemevlerini birbirinden ayırmıyor.
Bu derneklerin de her birinin sorunlarına ayrı ayrı eğiliyor. Üstelik
eleştiriye açık Başkan, her kesimin görüşünü dikkate alıyor. Yalnışım
da olabilir diyor hiç gocunmadan.
Tüm Bayraklı sanki ağız birliği etmiş; “Bayraklı Bayraklı olalı böyle
hizmet görmedi’’ diyor.
Bayraklı’nın üzerinden ölü toprağını kaldıran Başkan, sokakları pırıl
pırıl, parkları ışıl ışıl yapmış. İzmir’in ilk yerleşim yerlerinden biri
olan Bayraklı, inanıyorum ki en büyük talep olan “Kentsel dönüşüm
projesi’’yle çok daha iyi yerlere gelecek.
Yalnız Bayraklı’nın değil, Türkiye’nin sorunu olan işsizlik sorunu da
bir nebze daha çözülecek.
Fakat unutulmaması gereken şu ki; “arzular şelale” Hasan
Başkan’da ancak imkanları kısıtlı.
Yeni bir belediye bir kere.
Buna rağmen 2 seneye 20 senelik hizmet sığdırılmış.
Ve cüssesine bakmadan 11iken 23’e çıkan mahallesinin yükünü de

sırtlamış.
Ki altını çizelim;
Türkiye’nin en kalabalık ilçelerinden, en büyük belediyelerinden biri
Bayraklı.
Yol uzun şartlar çetin.
Başkan bu dönem benim gözümde sınıfını layıkıyla geçer.
Kolay gelsin Başkan...

Geçmişten geleceğe bir ilçe… Buca




Buca, birçok uygarlığa tanıklık etmiş İzmir’in eski ve köklü bir yerleşim yeri. Taşıdığı kültür
mirasını korumak adına, nüfus artışının doğurduğu çarpık ve plansız kentleşme gibi olumsuz
etkenlere rağmen zamana ve mekana karşı adeta bir savaş veriyor. Egzoz dumanlarının
yoğun olmadığı saatlerde Buca’nın havasını derinden kokladığınızda ciğerlerinize buram
buram bir tarihin dolduğunu hissediyorsunuz. Aynı şekilde otomobillerin hem görüntü hem
ses kirliği yaratmadığı saatlerde de Buca’ya şöyle dikkatlice bir baktığımızda gözlerinizin
önüne bir tarih sahnesi seriliyor. Buca, bünyesinde günümüzde de yaşayan çok önemli eserleri
barındırmakta ayrıca. George King Forbes, Gout, Prenses Borghese, Kont Dr.Aliberti, De
Jongh, Dimostanis Baltacı Malikaneleri, tarihi İngiliz Protestan Kilisesi, Su Kemerleri,
Buca’da yaşamış ve ölmüş birçok ünlü ailelerin mezarları, dar sokakları ve bugün mimarlara
ilham kaynağı olabilecek yapıdaki Rum Evleri, ilçenin zamana karşı verdiği yarışın büyük
kanıtları.

Buca’nın, bana göre İzmir’in önemli ilçelerinden biri olmasının bir diğer sebebi de nüfusun
çok önemli bir kısmını 9 Eylül gibi büyük ve köklü bir üniversitenin öğrencilerinin
oluşturuyor olması. Bu “Fakülteler cenneti”nin en önemli maskotunu Hasanağa Bahçesi’nin
Eğitim Fakültesi ile birlikte yer aldığı fotograf oluşturuyor. Ama bu puzzle’ın yalnızca
bir parçası. Gönül istiyor ki bu fotografı, Buca’nın her yerinden daha geniş bir açıyla ve
daha zengin bir içerikle görebilelim. Öğrenciler ders bitimlerinde otobüs duraklarına değil,
ışıkları hiç sönmeyen Buca sokaklarına akın etsinler. Bornova’daki Küçük Park’ın bir örneği
de Buca’ da olsun. Bunun için öncelikle Buca’ya içinde sinemaların, alışveriş ve eğlence
merkezlerinin olduğu bir kültür kompleksinin kazandırılması gerekiyor. Eskiden anneler
kızlarına “Ya Buca’ya, ya kocaya” derlermiş evlenmenin dışında kızlarına Buca Eğitim
Fakültesinde öğretmen olma seçeneği de sunarak. Bu yüzden, büyük anlamların atfedildiği bu
köklü Üniversite’nin “kent”ini de kendi içinde bir “evren”e dönüştürmek gerekiyor.

Buca’nın doğma büyümelilerinin anlattığı Buca ile şimdiki Buca aynı değil haliyle. Bu
duruma en büyük etken Buca’nın metropol ilçe olmasının sonucu, büyük oranda göç alması.
Buna rağmen koruduğu, muhafaza ettiği değerleri var Buca insanının. Metropol ilçelerde
eşine zor rastlanır bir komşuluk ilişkisi hala hüküm sürüyor ilçede. Buradan çıkışla diyebiliriz
ki, Buca’nın yapılacak fiziksel ve kültürel bir dönüşümle maddi manevi her anlamda
bir “restorasyon”a ihtiyacı var

Eskiden bir Rum köyü olan Buca’da Rumlar, Yahudiler ve Türklerin hepsi bir arada yaşamış.
Buca’daki bu mozaiğin izlerini bugün hala bir arada bulabildiğimiz Cami, Kilise ve Cem
evi üçlemesinde görebiliyoruz. Buca’nın gelişmesinde ve zenginleşmesinde önemli bir
etkenin bu etnisitenin içinde yer alan İngiliz, Fransız, İtalyan ve Hollanda şirketlerinin birlikte
kurduğu Levanten Grubu’nun ticari ilişkiler belirlemiş. Bir zamanlar ticaretin kalp atışlarının
duyulduğu bu beldenin ekonomik anlamda canlanmayı ve bu bağlamda kalkınmayı ne kadar
hak ettiği, tartışma götürmez bir gerçek.

İtalyanca’da Buca kelimesi çukur anlamına geliyor. İşte bu, geçmişten gelerek koruduğu belki
de tek olumsuz özelliği Buca’nın. Yollarında ve sokaklarında çukurlar var keza Buca’ya hiç
yakışmayan.

Bütün bunların ışığından söylemek istiyorum ki: Buca çok önemli bir tarihin bize verdiği
mirastır, emanettir. Korumak ve yüceltmek gerekir. Bunun için de öncelikle ona hak ettiği
hizmeti vermek gerekir. Gün günden “üniversite”nin kelime anlamı olan “evren kent”e
dönüşen ve bu şekilde büyüyüp ve gelişen bir Buca diliyorum…

MAKAM ODASINDAN GÖRÜNEN KARŞIYAKA




Bir şarkı vardır, bilenler bilir; “Sana bir tepeden baktım aziz İstanbul” diye başlar.
Aynı şekilde bir tepeden baktık İzmir’in kalbi sayılan Karşıyaka’ya. Başkan anlattı,
biz de manzaraya baka baka dinledik. “Tepemiz bu, projelerimiz bunlar, kısa zamanda
tamamlanacak” Hak vermemek elde değil. Başkanın görevdeki ikinci dönemi ve
daha tamamlanacak projeler var-mışşş… Sorduğumuz tüm sorular sırayla ve itinayla
geçiştiriliyor… Dedik ki iddialar, şikayetler var böyle böyle… Dev projelerim var diyor,
bunlarla vakit harcayamam… Projeler tepeden dev görünüyor gerçekten ama aşağı inince
nokta kadar kalıyor başknım ve Karşıyaka tepeden bakıldığında görüldüğü kadar süt liman da
değil…

Sorularımıza devam ediyoruz geçiştirileceğini bile bile…Başkanım otopark…Benim
sorumluluğumda değil…Başkanım Kültür ve Kongre Merkezi olacaktı Karşıyaka…
Yasalarda sıkıntılar var…Başkanım Turizm…Yatırımcı yok…Yok oğlu yok…Hatta o
kadar yok ki yıllardır Göztepe’yle ne mücadeleler yaşanmış spor kulübünün bir stadyumu
bile yok…Doğrudur başkanım, senin inisiyatifinde olmayan şeyler de var.. Ama bir de
Karşıyaka’nın meşhur çarşısına iniyoruz. İşte burada inisiyatif dahilinde ve çözümünü
bekleyen onlarca sorun var… Bunun için de, başkanın makam odasından çıkıp halkın
arasına karışması ve halkın halini hatırını sorup, dertlerini dinlemesi gerekiyor…Çoğu
vatandaş başkanın yüzünü en son seçim zamanı görmüş…Dünyanın en güzel sahillerinden
birine sahibiz diyor Karşıyakalılar ve ekliyorlar. Bu güzel sahilde oturabileceğimiz bir
kafemiz yok. Çocuklarımızı götürebileceğimiz bir yerimiz yok..Hatta oynamaları için
parklara bile götüremiyoruz onları çünkü hayvan dışkıları çocuklarımızın sağlığını tehdit
ediyor…Muhtarlara soruyoruz bazıları çok dertli, üvey evlat muamelesi gördüklerini
söyleyenler var aralarında ve diyorlar ki; biz başka şehrin değil senin ilçenin muhtarıyız, bu
duyarsızlık niye?

Elçiye zeval olmaz başkanım ama halkın dertli..Halkın işsiz, sorunları var ve yıllardır bu
sorunlar çözülmemiş... İçlerinden bir tanesi diyor ki; “Bi kere korumalarını bırakıp çıksın
sokağa ve baksın gözlerimizin içine” Sanırım tam da bu işte! Biz davulun çalındığı yere indik,
kulağımızın zarı delindi, uzaktan duysak ses tabi ki hoş gelirdi… Biz Karne ekibi olarak cep
telefonunun halka 24 saat açık olduğu, halkım açken ben binaya yatırım yapamam diyen,
yüzölçümüne aldırmadan yetebildiği yere yetip, torununu yüzünü unutup halkını görmeyi
ihmal etmeyen, İzmir’i hak ettiği evrensel kent düzeyine taşımak için çalışan başkanlar da
tanıdık. Ama makam odasından gördüğü manzarayla yetinen ve gerisiyle ilgilenmeyen bir
başkanı ilk kez gördük…”Yaşamdan alacaklı son yüz gülene kadar çalışacağız” sözü sana
ait başkanım, hatırlatırım. Oysa ben gülen yüzler göremedim Karşıyaka’da… Başkanın
bu gaflet uykusundan bir an önce uyanması gerekiyor… Kendisinden Karşıyakalılar adına
Karşıyaka’ya yakışır bir hizmet bekliyorum… Başkan ne yazık ki bu dönem benim gözümde
sınıfta kaldı!

Projeler Diyarı Seferihisar




Yaşamın, her zaman hoş olmasa da, gerçek resmini gösteren ve gerçeğin kabul görmekten
daha önemli olduğunu düşünen, “Bir Halk Düşmanı” adlı oyununun karamanı, Dr.
Stockmann'ın bu dönem için önemini kaybetmiş sayılabilecek romantik insancıllığını gördüm
Tunç Soyer’de. Başkan, gerçek demokrasinin insani değerlerin üstüne kurulup yükseleceğine
inanıyor.

Seçildiği günden beri rozetini bir yana bırakmakla kalmayan başkan, herkese eşit
mesafede “Hepimiz Seferihisarlıyız” sloganıyla siyaset yapıyor. Sayıları her ne kadar az da
olsa, her Perşembe bir araya geldiği 6 cemaatin mensubu ile görüş alışverişinde bulunuyor.
Dahası mandalinasını tadımlık da olsa doğu şehirlerine göndererek büyük bir dostluk ve
paylaşım örneği sergiliyor.

Mandalinanın sanayi ürününe dönüşebileceğini önce köy pazarlarında gören başkan, şimdi
diyor sıra Mandalina entegre tesisi kurmaya geldi. Bu sayede sözünü verdiği istihdamı da
yaratacağı için sevinçli.

İzmir’den Yunan adalarına en yakın yer olan Sığacık’tan, Saros’a yapılacak çok önemli
bir turizm projesinin hayata geçirilmesi adına gereken tüm izinler alınmış. Geriye bir tek
işletmenin alması gereken belgeler kalmış. Anıtlar kurulunda değerlendirmede olan ev tipi
pansiyonculuk projesi ile 280 evin turizme açılacağını ve bunun da Seferihisar için çok
önemli ve güzel bir yatırım olacağını söylüyor.

“Biz yandık siz yanmayın” kampanyasıyla orman yangınında yanan ağaçların yerine fazlasını
diken başkan, çözüm olarak da bu konuda kapsamlı bir eğitim vermek istemiş ama Orman
Bölge Müdürlüğü açmak istedikleri orman müzesine izin vermemiş. Bu konuda biraz dertli.
AKUT’un yapılandığı tek ilçenin Seferihisar olduğunu söyleyen başkan, kısa zaman içinde
Deprem Araştırma Merkezinin kurulacağının müjdesini veriyor.

Günde minimum 12 saatini çalışarak geçiren başkan, ilçesinin insanlarını yeteri kadar
göremediği için bu durumdan en az Seferihisarlılar kadar muzdarip. Onu seven sevmeyen
herkesi çok sevdiğini söyleyen başkan, tekrar seçilmek gibi bir hedefi önüne koymadan kalan
hizmet süresini, kalan ömrü gibi görerek Seferihisar için her türlü gayreti gösteriyor. Başkanın
anlattığı güzel projeleri dinlerken kulağımın pası silindi, hayata geçecek projeleri görünce
gözümün gönlümün açılacağına da inanıyorum. Başarılar diliyorum başkanım, bu dönem
benden geçer not aldınız.

Bir tatlı huzur buldum Urla’da…




Urla’yı bazıları gibi yanlızca bir iskeleden ibaret sanan ben, haliyle çevremdeki birçok insanın
Urla’ya yükledikleri anlamı da çok fazla kavrayamazdım. Ki bu insanların arasında, her
gün bir saatlik yolu göze alarak İzmir’e gelip geri dönenlerini de tanıdım. Daha önce hiç
görmediğim Urla’ya olan bu bağlılığı itiraf edeyim ki zaman zaman da yadırgadım.

Peki ne bekliyordum, ne buldum? Bir kere, bir yerde güneşin bu kadar güzel parıltılar
saçtığına ilk kez şahit oldum. Ve de insanların ışıltılar saçarak gülümsemesine...Böylesine bir
ilgiyle karşılaşabileceğimi de hayal edemezdim. Alabildiğine bir misafirverlik, alabildiğine
bir insan severlik…Bereket tanrısı, Aşçı İsmet abiden, Kahvesinde çayıyla birlikte huzuru
ikram eden Ferhat abiye, bir yere ait ve aşık olmanın ne olduğunu onda gördüğüm, Urla’nın
slowfood lezzetlerinin misyoneri Handan hanıma sonsuz teşekkürler sunuyorum. Ve onlara
değerli Urla’ya kattıkları değerlerden dolayı, iyi ki varsınız diyorum.

Urla’da, tarihsel dokunun korunmasıyla, Urla turizminin canlandırılması adına olan
beklentilerin bir arada olduğunu ama zaman zaman bu ikisinin çakıştığını gördüm. Sit
alanlarının koruma alanı olmasından kaynaklı yapılması planlanan binaların yapılamaması.
Çok katlı binalara izin verilmemesinin yanında çocuklarını evlendirecek insanların onlar
için ev yapacak yer bulamaması. Bir yanda Urla’yı modern kent imajına kavuşturma arzusu
varken, diğer yandan bunun getireceği bir yozlaşmanın da korkusu başlı başına bir tedirginlik
sebebi. Çünkü öyle nev-i şahsına münhasır bir yer ki Urla…Bir çivi çakarken, onun ruhuna
zarar verir miyim diye düşünmemek de elde değil. İnanıyorum ki bu konuda bir orta nokta
bulunacaktır.

Başkanından böylesine memnun ve her şekilde onun yanında olan insanları da bir arada
görmek nadir bir durum kanımca. Başkan her daim esnafının, insanının arasında. İnsanının
elleri de her daim onun omzunda. Diyecek bir şey kalmıyor haliyle…Urla insanını mutlu ve
memnun gördüm, “bir yerin başkanı nasıl olunur”u Selçuk başkanda, “bir yerin vatandaşı
nasıl olunur”un en güzel örneğini de Urlalılarda gördüm. Bu yüzden başkan bu dönem benden
geçer not aldı. Bütün Urla’ya huzurunuz ve ışıltınız eksik olmasın diyorum.